Taşların Enerjisi

YAZAR : Perşembe, Temmuz 30, 2015
Taşların Enerjisi
Merhabalar
Son zamanlarda ki ilgi alanım taşlardan bahsetmek istiyorum bugün. Hafta sonu eski bir arkadaşımla karşılaştık. Sağolsun  o da benim gibi sohbet etmeyi çok seven birisi olduğundan bir kaç saat sohbet etmişiz. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. "Zor günler geçirdim" deyince "hayırdır ne oldu?" dedim. Babasının pankreas kanseri geçirdiğinden bahsetti. Ameliyat olmuş ve şu an iyiymiş. Bu süreçte klasik tıpbın yanında alternatif tedaviler araştırırken bir arkadaşından taşlarla tedaviyi duymuş. O süreçleri yaşayanlar çok iyi bilirler. Her şeyden medet umar hale geliyorsunuz. Birisi bir şey söylüyor ve umut etmeye başlıyorsunuz. O da çok fazla inanmasa da taşlarla tedavi yapan Hasan Kocabaş isminde bir beye gitmiş. Babasının tahlil sonuçlarını göstermiş ve Hasan Bey babası için bele takılan ve boyna takılan kolyeler hazırlamış. Sürekli takmasını söylemiş. Babası ilk önceleri "ne saçma, takmam ben bunları " diyerek tepki gösterse de yakınlarının ısrarları karşısında denemeye karar vermiş. Hatta takmaya başladıktan bir süre sonra "benim taşlarım nerde, onlar benim stresimi alıyorlar" diye ihtiyaç bile duymuş. Daha sonra hastalığı iyileşmiş ve arkadaşımın arkadaşının safra kesesi kanseri olan babasında ki urlar da kaybolmuş. Pek inanılır gibi gelmedi başlarda ama ben cansız maddelerin de bir enerjisi olduğuna inanırım. Eşyaların da bir enerjisi vardır.
 
Bugün Ayfer'le Çıkrıkçılar Yokuşu'na gittik. Orada da bu taşları satan yerler olduğu için.Taşlarla ilgili çok bilgi vermediler sanırım bu konuda temkinli davranmaya karar vermişler. Ama bize bir broşür verdiler. İncelerken aytaşının tam bana göre olduğuna karar verdim. Bir tane aytaşı, bir tane de opal taşını çok uygun fiyata aldım. İnternette falan araştırdığımda çok daha pahalı satıldığını gördüm. Tabi bir de bunların orjinal olup olmadığını nasıl anlayacağımız konusu var. Çünkü insanlar para için çok kolay yalan söylüyorlar. Bu orjinallik meselesini de internette araştırıp gidin derim. Mesela sentetik ay taşı ile gerçek ay taşı arasında bir fark varmış. Orjinal ay taşı ışığa tutulduğunda yukarıda ki resimde görüldüğü gibi mavi-sedef beyaz bir ışık yansıması yapıyormuş ama sentetik olan yapmıyormuş.
Ben neden ay taşı aldım birazda ondan bahsedeyim. İnternette yaptığım araştırmalara göre ay taşı etkisi en güçlü taşlardan biri. Ay taşı; 
"Olumsuz enerjilere karşı kalkan görevi görmektedir. İnsana yaşama sevinci verir. Tokluk hissi vererek kilo verilmesine yardımcı olur. Çiftler arasındaki uyumu arttırır.Kramplara, bacak ve sırt ağrılarına iyi gelir.Bağışıklık sistemini güçlendirir. Ying-yang dengesini sağlayıcı etkisi vardır."
Bir de bu taşları kullanırken dikkat edilmesi gerekenlerden bahsedeyim. Her gece toprağa gömerek topraklamanız gerek. Sabah uyanınca çıkarıp takmanız gerekmekte. Topraklama negatif enerjiyi çektiği için gerekli. 2 gündür kullanıyorum bakalım. İştahımda azalma olduğunu söyleyebilirim. Kendimi daha iyi hissediyorum. Psikolojik mi gerçek mi zaman gösterecek bakalım. 
Unutmayın her şeyin bir enerjisi vardır:)
Sevgiler........

Kadın Olmak Ayıp Değil

YAZAR : Çarşamba, Temmuz 29, 2015
Kadın Olmak Ayıp Değil
Regl olayını erkek çocuklarınızın yanında 'ayıp' ya da 'günah' birşey gibi yansıtmayı bırakın. Onlara annelerinin de regl olduğunu, kadınların bu dönemlerde zorlandığını anlatın ki ileride sağlıklı düşünen anlayışlı birer eş veya kardeş olsunlar.
Erkek'tir ne isterse yapar diyerek değil de erkek ve kız çocuklarınızı aynı şartlarda terbiye edin. İkisi için de aynı sınırlari belirleyin.
Bir erkek ve kızın normal bir arkadaş olabileceğini gösterin ki ileri de her gördüğü dişi varlığa 'abazalık' yapmasın.
Onların anneleri olarak bir kadının isterse herşeyi yapabileceğini gösterin. Bir kadına her konuda güvenebileceklerini aşılayın ki ileride hayatına giren kadına 'aciz ve yardıma muhtaç' biri gibi davranmasınlar.
Bir kızdan beklediğiniz ev işlerini onlara da gösterin. Yediği yemeğin tabağanı tezgaha koymayacak kadar aciz çocuklar yetiştirmeyin ki ileri de bekar evini temizletmek için kız arkadaşını beklemesin.
Onlara bir bardak su veya çayı getirmenin bir kadının görevi olmadığını gösterin. Yardım etmeyi gösterin. Kadının evin içinde bir köle değil aksine evin kıymetlisi olduğunu anlatın.
Kız kardeşine emretmeyi değil rica etmeyi öğretin.
Şiddetle değil de konuşarak herşeyi çözebileceklerini anlatın. Bir kadına el kaldırmayı değil. Bir kadını en güzel nasıl severler onu gösterin. Bir kadına küfretmeyi değil ona güzel cümleler söyleyebileceğini anlatın.
Aşırı kıskanç özgüvensiz bir erkek çocuğu değil yanında sevdiği kadını adam gibi gezdirebilecek özgüvenlu bireyler olmayı öğretin.
Kızlarınıza erkek parası yemenin güzel bir şey olmadığını anlatırken, erkek çocuklarınıza da bir kadının maaşına el konulmayacağını gösterin. Paylaşmayı öğretin. Bir erkeğin nasıl bir kadına muhtaç olmadığını öğretiyorsanız, bir kadınında bir erkeğe muhtaç olmadığını öğretin.
Evliliği kızlarınıza zorunlu bir durum göstermek yerine severek yapılacak bir durum olduğunu anlatın. Onları öyle güçlü yetiştirin ki çantasını alıp çıkabileceğini ama aynı zaman da zor durumla baş edebilecek sorumlu bireyler olarak yetiştirip ilk zorlukta kaçmamaları gerektiğini öğretin.
Erkek çocuklarınız güçlü olduklarını bilsinler. Ama güçlerini bir kadının üzerinde kullanmanın yanlış olduğu bilinci ile yetiştirin.
Kızların arkasından argo laflar konuşmayı değil de tanımadığı bir kızın bile arkasından laf ettirmeyecek bireyler olarak büyütün.
Bir öğretmen gibi onları bir ömür boyu yetiştirmekle uğraşın. Doğurup da bir kenarda büyümesini izlemeyin. Sizin hatalı üretimlerinizin hatasını öğretmenlerine yüklemeyin. Ya da ileride sevgilisi veya eşi olacak kız çocuklarından bir teknik servis gibi erkek çocuklarınızın hatalarını düzeltmek zorunda gibi hissettirmeyin.

İlişkisel Psikanaliz Testi

YAZAR : Salı, Temmuz 28, 2015
    1. ALINTIDIR
      İlişki Analiz Testi
      1.   Sorular:
      1.   Ormanda yürüyorsunuz. Birlikte yürüdüğünüz birisi var. Kim o?
      2.   Ormanda yürürken bir hayvan gördünüz. Türü ne?
      3.   Hayvanla aranızda nasıl bir etkileşim oluyor?
      4.   Ormanın derinliklerine doğru yürüdünüz. Bir açıklığa geldiniz ve hayallerinizin evini gördünüz. Bu ev ne kadar büyük?
      5.   Bu evi çevreleyen bir çit var mı?
      6.   Eve girdiniz. Yemek odasına geçtiniz. Yemek masasının önüne geldiniz. Masanın üstünde ve etrafında neler var?
      7.   Evin arka kapısından çıktınız. Çimlerin üstünde bir bardak var. Bu bardak ne tür malzemeden yapılmış?
      8.   Bu bardakla ne yapıyorsunuz?
      9.   Evden uzaklaşırken bir su birikintisiyle karşılaştınız. Bu su birikintisi nasıl bir şey?
      10.               Bu birikintiyi nasıl geçeceksiniz?
      2.   Çözümleme:
      1.   Beraber yürüdüğünüz kişi hayatınızdaki en önemli kişi.
      2.   Hayvanın büyüklüğü hayatınızdaki sorunları ne kadar büyük algıladığınızı gösteriyor.
      3.   Hayvanla etkileşiminiz (sevmek, kovmak, şiddet uygulamak vb) sorunlarla nasıl başa çıktığınızı gösteriyor.
      4.   Hayallerinizdeki evin büyüklüğü sorunlarınızın üstesinden gelmek için ne kadar azimli olduğunuzu gösteriyor.
      5.   Çit olmaması açık bir kişiliğin göstergesi. İnsanlara kapınız her zaman açık. Çitin olması kapalı bir kişiliği ifade ediyor. İnsanların çat kapı gelmesi sizi rahatsız ediyor.
      6.   Yanıtınız yemek, insanlar veya çiçekleri içermiyorsa genellikle mutsuzsunuz.
      7.   Hayatınızdaki en önemli kişiyle olan ilişkinizin kalıcılığını ifade ediyor. Bu bardak plastik, köpük ya da kağıttansa ilişkiniz kısa ömürlü; seramik, cam ya da metalse uzun ömürlü.
      8.   Bu bardakla ne yaptığınız hayatınızdaki en önemli kişiye karşı tutumunuzu gösteriyor.
      9.   Su birikintisinin büyüklüğü cinsel isteklerinizin büyüklüğüyle ilişkili.
      10.               Suyu geçerken ne kadar ıslandığınız cinsel hayatınızın göreli olarak ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.


Hakkımda Bilmediğiniz 11 Şey-Mim

YAZAR : Cuma, Temmuz 24, 2015
Sevgili Şebo beni mimlemiş. Soruları okuyunca hemen cevaplanacak sorular olmadığını , düşünmek gerektiğini düşündüm:) Çünkü yine filozofun biri(ah bir de isimlerini aklımda tutabilseydim) demiş ki "seninle konuşmadan bu konu hakkında ne düşündüğümü nerden bilebilirim ki?" İşte ben de bu soruları cevaplamadan ne düşündüğümü bilmiyorum. Ben de öğreneceğim bakalım:)

1.Elinizde sihirli bir değnek olsa neyi veya neleri değiştirmek isterdiniz?
Kendimi:) Ve herkesin kendini değiştirmesi gerektiğini fark etmesini sağlamak isterdim. 


2.Mesleğinizi değiştirmek isteseydiniz hangi meslek dalını seçerdiniz veya ne olmak isterdiniz ?
Psikolog olmak isterdim.  İnsanlara yardım eden bir meslek dalı olurdu.


3.Bir gün boyunca aç kaldınız (Ramazanda olduğu gibi ) ilk ne yemek isterdiniz ?
Yemekten önce su isterdim. İçmek daha önemli benim için:) Susuzluğum geçtikten sonra da tatlı bişeyler isterdim.


4. Bir dalga olsaydınız nereye vururdunuz ?
      Kayalıklara.


5. Issız bir adada kalsanız yanınıza alacağınız 3 KİŞİ ?
Eşim ve 2 çocuğumu alırdım. 



6. En çok görmek istediğiniz Şehir veya Ülke ?
Hindistan ve Casablanka


7.Asla giymem dediğiniz renk hangisidir ? Neden ?
Turuncu. Aslında bunun sebebini ben de merak ediyorum. Hiç yakışmıyo bana, ondan heralde:)


8.Bayram da ne yapacaksınız ? Bu soruyu bu yaz ne yapacaksın diye değiştirelim, malum bayram geçti...
Foça ve Ören görünüyor belki eylül de İtalya olabilir.


9.Ölmeden önce yapılacaklar listesine eklediğiniz 3 şey ?
      Bir süredir böyle bir liste yapmayı planlıyordum aslında. Mesela 1. şey bu liste:) 2.si dünyayı gezmek 3. kitap yazmak



10.Bir uçurumun kenarındasınız tam atlayacaksınız o an aklınıza bir şey geldi o gelen şey nedir ?
Çocuklarım bensiz ne yaparlar? diye düşünürüm.


11.Yerde 50 TL bulsanız ne yaparsınız ? 
Dilenciye veririm.

Mim-Müzik Seni Anlatır

YAZAR : Çarşamba, Temmuz 22, 2015
Merhabalar
 Sevgili Handan beni mimlemiş. Kendisine çok teşekkür ediyorum.O benim ilk göz ağrılarımdan. Yani blog yazmaya başladığım ilk zamanlarda yorumların bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum . Sonra insan "ben yazıyorum ama beni okuyan var mı ki acaba" diye düşünmeye başladığında yorumlar sizi mutlu ediyor ve Handan bana ilk yorum yapanlardan hatta blogculuğu biraz onu taklit ederek öğrendim diyebilirim. Bu yüzden benim için çok önemli:) Sevgiler Handan:)
Gelelim mime;
1. Haziran ayında en çok dinlediğin müzik nedir?
Imany- Slow Down. Dinlemek için resme tıklayın.



Bu şarkıyı hatta Imany'i bir blogta keşfettim ilk ve bir daha bırakamadım. Bu hatunun sesi ruhuna işliyor sanki insana. Ya da bana öyle geliyor. Haziran ayı boyunca her sabah işe geldiğimde bu şarkıyı açıp dinlemeden işe başlamaz olduk.
2.Rock mı Jazz mı?
Kesinlikle rock. Jazz'la yıldızım barışmadı benim:(
Dinlemek için resmin üzerine tık tık.

3- Kitap okurken en çok hangi tür şarkılar dinlersin ? 

Kitap okurken müzik dinleyemiyorum. Dikkatimin çabuk dağılmasından ötürü:)

4- Hangi şarkı seni huzura çağırır ? 
Dinlemek için resmin üzerine tık tık.



5- Bu yaz ayını hangi şarkıyla anlatırsın ?

Dinlemek için resmin üzerine tık tık.




6- Bir sokakta yürürken en çok hangi şarkı tempona arkadaş olur ? 
Dinlemek için resmin üzerine tık tık.
 


Diyebilirsiniz ki soruyla, şarkıyla ne alaka bu karikatür. Diyebilirsiniz yada düşünebilirsiniz. Ama ben çok uyumlu şeyler yapamıyorum. Mesela kıyafetimi alakasız bir kolyeyle tamamlıyorum yada uyumsuz bir renkle. Aslında çocukluğuma inmek lazım. "Bu kadar uyum beni bozar" diye mi düşünüyorum nedir. İlla bir "nazar keser" koyuyorum:) 


Şimdi gelelim benim mimlediklerime





Korkun Seni Hapseder

YAZAR : Pazartesi, Temmuz 20, 2015
Korkun Seni Hapseder
 
Selamlar
Geçmiş bayramımız kutlu olsun hepimizin. Bana çok iyi geldi, tatil  kısa da olsa. Umarım herkesin bayramı güzel geçmiştir. Gerçi babam gittiğinden beri babalar günü ve bayramları çok sevmiyorum ama yine de elimizdekilerin, bizimle olanların kıymetini bilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Yukarıda ki sözü okuyunca annemin, babamın, babannemin eski sözleri geldi aklıma. Mesela annem bir şeyden korktuğumuzu söylediğimizde sürekli "korkunun ecele faydası yok" derdi. Bu sözün anlamını zamanla anladım hatta annem söylediğinde çok sinir olurdum. Ama aslında çok doğru olduğunu büyüyünce anladım. Yani ölecek olsan bile korkarak bu sonu engelleyemezsin. Bir şey olacaksa istediğin kadar kork, değiştiremezsin, olacak olan olur. O zaman korkarak gerilmenin, zaman kaybetmenin bir anlamı yok. Montaigne'in Denemeler kitabını uzun zaman önce okudum ama orada aklımda kalan bir bölüm var hala unutmadığım; "Aslan tarafından parçalanarak ölen bir insan görüntüsü her insanın kabusudur ama aslan tarafından parçalanarak öldürülme korkusunun acısı çok daha fazladır. Yani o insan acıyı birkaç dakika hisseder ve ne olduğunu anlayamadan ölür ama bundan korkan insan daha çok acı çeker" . Bir şeyden çok korktuğumda annemin ve Montaigne'nin bu sözlerini düşünüp "bir kere öleceğiz bea" der rahatlarım.
Bir de babaannemin "bir gün 24 saat kızım, 24 saatin 24 farklı sahibi var" sözünün verdiği umut ve özgürlük hissi var ki hiç unutmam bir gün işe girmek için girdiğim bir sınavı kazanamadığım için kendimi paralarcasına ağlıyordum. Babaannem geldi ve yine bu cümleyi söyledi. Üzgün ve kızgın "günün 24 saatinin 24 sahibi de çok acımasız babanne" dedim. "Öyle deme kızım" demişti rahmetli bana ve ne oldu biliyor musunuz? İkinci bir sınav yapıldı ki yapılması hiç gündemde değildi ve ben 2. sınavı kazandım. İlk sınavı kazananların çok uzak yerlere tayinleri çıktı. Ben o kazanamadığım sürede tekrar üniversite sınavına girdim ve başka bir bölüm kazandım. Yani muhtemelen ilk sınavı kazanıp atansaydım tekrar üniversite sınavına girmeyecektim ve şu an bulunduğum yerde olamayacaktım. Yani 24 sahipte acımasız değilmiş:) Hatta peygamberimizin bir hadisi var bu konuda "Size hayır görünen şeylerde sizin için şer, Şer görünen şeylerde sizin için hayır vardır. Siz bilemezsiniz". Bir de Cemalnur Sargut Hocamın bir sözü var ki bu hususta hala anlamını layıkıyla idrak edemediğimi düşünürüm "Korkmak Allah'a güvenmemektir" . Dua edip Allah'a havale ediyorsun ama hala sonuçtan endişeleniyorsun. İşte bu yüzden korkun seni mahkum ediyor.
Sahip olduğumuz her şeyin değerini bildiğimiz, korkularımızın esiri olmadığımız ve umudumuzu hiç kaybetmediğimiz nice bayramlara, nice zamanlara.......


Zeki Kadın

YAZAR : Perşembe, Temmuz 16, 2015

Marilyn ve Rabia

YAZAR : Salı, Temmuz 14, 2015

MARİLYN VE RABİA

Marilyn Monroe, ölümünün üzerinden geçen yarım yüzyıla rağmen hâlâ bir efsane.

Gayri meşru olarak dünyaya gelen ve annesini tımarhanede yitiren Marilyn’nin, mutsuz bir çocukluk geçirdiği ve bakımevlerinde istenmeyen bir eşya gibi görülme duygusuyla yaşadıkça didiştiği bilinir.

Rabia’yı ise, Diyarbakır’da bir aşiret reisi olan Hacı Hüseyin’in kızı olmasına rağmen, aile çevresi dışında kimseler tanımaz.
Rabia, Marilyn’e kıyasla, ailesiyle birlikte mutlu bir çocukluk geçirmiş, beş kardeşin en güzeli ve en küçüğü olarak bir dediği iki edilmemiştir.

Bu iki kadının Hollywood kökenlisi, gençlik yıllarından itibaren ünün doruğuna çıkmış, baş döndürücü bir popülerlik ve servet edinmiş, dilediği erkekle birlikte olup fırtınalı aşklar yaşamıştır.

Rabia ise, ergenlik dönemine geldiğinde taliplerinden Sefer’e, o yılların törelerine uygun biçimde -başlıkla- gelin edilmiştir.

Marilyn, üç kez evlenip onlarca erkekle flört ederken, Rabia ise eşi Sefer’e varlığını armağan edip, o günden itibaren yazgısına itaatle boyun eğmiştir.

Daha sonra Rabia’nın kocası Sefer, bir ömrün yoksullukla geçmeyeceğine karar verip, birkaç yıl içinde Almanya’ dan zengin bir adam olarak döneceğine Rabia’yı ikna etmiş ve Almanya’da otomotiv sektöründe işçi olarak çalışmaya başladığında, Rabia ise kaynanası ve iki çocuğuyla acı dolu günleri, yılları saymaya koyulmuştur.

Marilyn, geniş salonlarda onlarca erkeğin iltifatlarıyla şuh kahkahalar atarken, Rabia ise şirret bir kaynananın bekçiliğinde her gün ağlamayı yazgı bilmiştir.

Rabia, evinin perdelerini açamaz, dış kapısının önünü bile -bir başka erkeğe bakmasın diye- süpüremez olmuştur.Kaynanası ve kayınları, Rabia, Sefer’i “namusuyla” (!) beklesin diye onu birkaç günde bir tokatlamayı da huy edinmişlerdir.

Bütün gazeteler Marilyn’in bir “narsisist” olduğunu yazarken, Rabia’nın ise hiç seçmeden, hiç istemeden Diyarbakır’ın varoşlarında bir “mazoşist” olabildiğini kimseler bilmemiştir…

Üç yıl sonra Almanya’dan döneceğine söz vererek giden sefer, her yıl sadece on beş ila yirmi gün tatilegelebilmiş ve Rabia’nın bütün sitemlerine rağmen “iki daire ve bir ekmek fırını parası biriktirmeden Diyarbakır’a dönemeyeceğini,” söyleyerek ona sadece “sabır” dilemiştir…

Marilyn, fırtınalı yaşamından dolayı psikolojik tedavi görmeye başlarken, Rabia ise bir kaynana ve iki çocuğu ile dört duvar arasında silik ve dingin, bunaltıcı yıllar geçirmekten giderek psikolojik bir vaka haline gelmiştir.

Onu tedavi eden de olmamış, aradan upuzun on yıl geçmiş ve Sefer, iki daire, bir de ekmek fırını parası biriktirip nihayet- Almanya’dan dönmüştür.

Kaynanası ve kayınbiraderleri görevlerini yapıp (!) tam on yıl boyunca Rabia’nın yanına bir erkek sineği bile yaklaştırmayarak, onun bedenini Sefer adına bir yetkiyle korumuşlardır.Bedenini korumuşlardır ama, Rabia’nın ruhsal durumu yıllarca yaşadığı intihar boğuntularıyla artık paramparçadır…

Marilyn, çevresinde şöhreti ve parası için dolaşan yüzlerce insandan hangisinin gerçek dost, hangisinin sevgili olduğunu kalabalığın kuşatmasında anlayamadığı için tedavi görürken, Rabia ise on yıl süren upuzun bir yalnızlıkta sadece Sefer’in adını sayıklamaktan bir şizofrendir artık…

Marilyn, Saint Exupery, Dostoyevski, Miller okurken ve Miller’le flört ederken, ilkokul çıkışlı Rabia ise Sefer’i beklediği günlerdeki yalnızlıkta çocuklarının hikâye kitaplarını okumuş, radyo programları, haberlerden vb yerlerden Napolyon’un, Gorbaçov’un kim olduklarını öğrenmiştir.

Diyarbakır’a yıllar sonra dönen Sefer, artık Rabia’yı tanıyamamaktadır; çünkü Rabia, her sabah Napolyon Bonapart’ın selamını Gorbaçov’a ulaştırmak üzere evden çıkmakta ve Sefer’in Almanya’dan getirdiği fötr şapkayı giyip, dudaklarının kıyısına bir sigara iliştirip düşsel olarak kurguladığı ordulara kendince komutlar vermektedir.

Belki de kendini hep arzuladığı bir özgürlüğün kollarına böyle bırakmaktadır; artık şuursuzdur…

Rabia’yı bir süre gözleyen Sefer, anasına, artık Rabia’nın kendisine kadınlık yapamaya cağını, bu yüzden yeni bir evlilik için genç ve güzel bir kadın bulmasını söyler. Başlık parası fazlasıyla ödenir ve kırk beş yaşındaki Sefer’e on yedi yaşlarında bir kız bulunur civar köylerden; incecik, gencecik bir kız.

Rabia, artık otuz yedi yaşına gelmiş ve yıllarca evde oturmaktan hayli kilo almış bir delidir (!) Sefer, küçük bir oda tutar Rabia ve çocuklarına; kendisi de genç eşiyle yeni aldığı daireye çekilir. Rabia’yı bağlamak da bir çözüm getirmez ve kaldığı evin duvarları dışında ne varsa her şeyi paramparça ederek dışarı, sokaklara kaçar durur…

Rabia, artık Diyarbakır’ın muhtelif semtlerinde kâh Napolyon’un askerlerine komutlar verirken, kâh yollarda, kaldırımlarda oturup bir başına ağlarken görülmektedir. Artık kocası Sefer’in hiçbir işine yaramayan Rabia’nın onuru ve delirmiş yalnızlığı ne kaynanasının ne kayınbiraderlerin umurunda değildir…

Rabia, bir akşam Diyarbakır’ın Dağkapı semtinde SSK hastanesi bitişiğindeki askeri karargâh civarında yürürken, nasılsa kırmızı şapkalı kızın büyükanne kılığına giren kurt tarafından yenmek üzere olduğunu düşler. Kırmızı şapkalı kızın kulübesi ise, askeri karargâhın içindeki karanlık alandadır.

Rabia, arkasında yürüdüklerine inandığı Napolyon’un askerlerine komut verir ve kırmızı şapkalı kızı kurtarmak üzere tel örgülerle çevrili yasak alana girer…

Nöbetçi askere, karargâha parolasız girmeye kalkan olursa ona vurması emredilmiştir. Asker uyarır, bağırır, ama kırmızı şapkalı kızı kurtarmaya giden Rabia, o an hiçbir şey duymaz…
Nöbetçi askerin önce bir, ardından ik kurşun Rabia’nın bedenine isabet eder.Rabia, vurulup yere düşerken bile hâlâ Napolyon’un askerlerine komutlar vermektedir.

Namlusundan dumanlar çıkan nöbetçi er, onun mırıldandıklarından hiçbir şey anlamaz.Askerin onun hakkında bildiği tek şey “dur” ihtarına uymadığıdır…
Nöbetçi er, siyasal gerilimin alabildiğine boyutlandığı o günlerde olağanüstü hal bölgesi kapsamındaki Diyarbakır’daki kışla nöbetinde, aklınca kendisine verilen “emre itaat” etmiştir(!)

Rabia, sonraki gün sahipsizler mezarlığına gömülür ve o yıl bazı insan hakları dernek ve kurumlarının yıllıklarının Güneydoğu’daki “yargısız infaz”lar listesinde adı geçer.
Oysa ki ölümü değil, asıl Rabia’nın yaşamı bir yargısız infazdır…

Bu iki efsane kadın, benim kalbimde yıllar yılı ev sahibi gibi oturup kalmışlardır ve daha kalmaktalardır.Çünkü Marilyn, biricik platonik aşkım, Rabia ise öz teyzemdi benim…

Sevgili Marilyn, Cemal Süreya’nın dediği gibi, “şimdi cehennemde Nietzsche’nin metresi olmalıdır”; anamın kara gözlü bacısı Rabia ise, belki cennette bile hâlâ Sefer’i sayıklamaktadır…

Yılmaz Odabaşı – Sevginin Herkesten Şikâyeti Var adlı kitabından alıntıdır.

Kısa Dönem Askerlik Gibi

YAZAR : Pazartesi, Temmuz 13, 2015
Merhabalar

Mai'nin bir kaç yazısını okudum ve benim de canım anılarımdan bahsetmek istedi. Üniversitede 4 ay kaldığım ama anlata anlata bitiremediğim yurt hayatımdan bahsetmek istiyorum. Kız kardeşim üniversite hayatı boyunca hep yurtta kaldığı ve birazda sıkıldığı için bana "kısa dönem askerlik yapanların anıları gibi, anlat anlat bitiremiyorsun yurtta ki 4 ayını, bir de 4 yıl kalsan ne yapardık bilmem" derdi(kıskanç nimo:))
Ben o zamanlar bilmesem de, acayip şımarık büyütülmüş, istediği her şey kendisine, daha neredeyse talep bile etmeden, gümüş tepsilerde sunulmuş biriymişim. Cam bir fanusta, tüm kötülüklerden, zorluklardan korunaklı büyütülmüşüm. Hiç yokluk görmemişim ve hayatı hep öyle sanmışım, herkesi öyle sanmışım. Tabi bunu 18 yaşında yurtta kalmaya başladığımda fark ettim. Annemle babam kendilerince en doğruyu yapmışlar ama büyümemişim ben hep çocuk kalmışım.
Üniversitenin benim okulun olduğu kapısından değil de yanlışlıkla diğer kapısından girdiğimde okulu bulamayıp yanımdan geçen üçlü kız grubuna okulumu sormuştum. Babamla gelmiştik kayıt olmaya ve ben her zamanki gibi yanımda bilen biri varsa ona dayamışım sırtımı ve yollara bakmamışım. Neyse ama iyi olmuş o zaman. Çünkü o kızlarla sohbet ede ede okulun diğer kapısına kadar yürümek bana ilk üniversite tecrübelerimden birini kazandırmış. Kızlar son sınıf öğrencisiydiler ve bana okulla ilgili bir sürü uyarılarda bulunmuşlardı. Mesela bugün bile aklımda kalan "yeni başlayanlara cik cik derler, bunu pek belli etmesen iyi olur" demişlerdi yüzümdeki alık ifadeden anlamışlardı zannımca:)  Sonra yanımdan geçen özellikle erkeklerin bana "cik cik" demelerinin anlamını hemen anlamıştım. Hmmm anlamıştım da ne olmuştu. Yüzümde ki şaşkın ifadeyi silmeye çalışmıştım hemen:) Kızlar bir de bana özellikle çömezlere asılan erkeklere karşı uyanık olmamı söylemişlerdi. Ben de her şeyde olduğu gibi bunu da abartmış, sınıfta bana "saatiniz var mı?" diye soran çocuğa sanki beni taciz etmiş gibi davranarak sadece "evet vaaaar" diyerek saatin kaç olduğunu söylememiştim mesela. Sonra çocuk bana "saatinizin olması çok güzel , peki bana saatin kaç olduğunu söyleme lütfunda bulunur musunuz acaba?" demesiyle çok utanarak saati söylemiştim. Bir de ne işim varsa o zaman artık hatırlamıyorum dekanlığa gidip rektörle görüşmek istediğimi söylemiştim. Oluyo böyle cik ciklikler canım her gencin başına gelmiştir:)
Yurtta ki oda arkadaşlarım hala görüştüğüm ve çok sevdiğim kızlarla tanışmam ve hepsini görür görmez çok sevmem bugün gibi aklımda.
Sonra birinin ailesinden gelen yiyecek kolisini heyecanla açıp, yiyeceklere gömülmemiz(bugün bile daha lezzetli hiç bir şey yemediğimi düşünüyorum).
Odada ki 6 kızdan birisi sevgilisinden ayrılsa hep birlikte ağlayışımız, ya da babası hasta diye her birimizin hüngür hüngür ağlaması.
Kalorifer başı sigara eşliğinde sohbetlerimiz ki sigara benim beynime bu yüzden "keyif, eğlence" diye kodlanmış olmalı.
Etütte ders çalışmaya çalışmalarımız esnasında neredeyse 5 dakika da bir birilerinin "lütfen sessiz olun" diye bağırarak uyarmaları sonucu dağılan dikkatlerimiz.
Saatlerce süren sohbetlerimizde unuttuğumuz gurbette olma duygusu.

Saflığımız, masumiyetimiz, yardımseverliğimiz, paylaşımcılığımız.
Ve daha neler neler.
3. sınıftayken rahmetli babacığımla konuşurken "belki üniversitede alemi cihan olmadım baba ama ben yontuldum, büyüdüm" demiştim ve o an ileride ki çocuklarımı şehir dışında ailesinden uzakta okumaya göndermeye karar vermiştim.
Şimdi dönüp baktığımda "şanslıymışım" diyorum. Çok şükür....


Sevgi Farklı Surette Gelir

YAZAR : Pazartesi, Temmuz 13, 2015


Hikayeye göre günün birinde Franz Kafka rutin yürüyüşlerini yaptığı parkta küçük bir kıza rastlamış. Kız ağlıyormuş. Oyuncak bebeğini kaybetmiş ve bu onu oldukça üzmüş.
Kafka bebeği onun yerine aramayı önermiş ve ertesi gün aynı noktada buluşmak üzere sözleşmişler. Bebeği bulamaması üzerine Kafka küçük kıza bebeğin ağzından bir mektup yazmış ve buluştuklarında kendisine okumuş :
Lütfen benim için kederlenme, dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Sana başımdan geçenleri anlatacağım. Bu birçok mektubun ilkiymiş. Kafka küçük kızla her buluştuğunda sevgili oyuncak bebeğin hayali maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde avunurmuş.
Derken gün gelmiş, görüşmelerin artık sonu gelmiş. Kafka son görüşmede küçük kıza bir oyuncak bebek getirmiş. Küçük kız, aslından oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş bir not küçük kızın şaşkınlığını gidermiş : yolculuğum beni çok değiştirdi…
Uzun yıllar sonra, artık bir yetişkin olmuş olan küçük kızımız, gözü gibi baktığı bebeğinin, gözünden kaçırdığı bir çatlağının içine sıkıştırılmış bir mektup bulur. Kısaca şöyle yazmaktadır : Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin, ama sonunda sevgi başka bir surette geri dönecek..

Tatlı Küçük Yalancılar

YAZAR : Cumartesi, Temmuz 11, 2015
Merhaba
Yeni başlayan yaz dizilerinden en sevdiğim dizi "Tatlı Küçük Yalancılar" dizisi. Çok beğendim ve 2. bölümü çok merak ediyorum. Sonra dizinin "Pretty Little Liars" dizisinden uyarlama olduğunu okudum. Şimdi yabancı versiyonunun 2. bölümünü , hatta tüm bölümlerini izlememek için kendimi zor tutuyorum.
  
Üsttekiler yerli versiyon oyuncuları, alttakiler de yabancı versiyonun oyuncuları. Hıh bizimkiler daha güzel.(Burada aklıma bir fıkra geldi ama konuyla alakasız olduğundan anlatmayacağım:))

Gerçekten de Türk insanı gittikçe güzelleşiyor diyebilir miyiz? Çünkü son dönem dizilerde oynayan kızlar ve erkekler çok güzeller. Sizce de öyle değil mi?
Bu dizide ki en güzel kız bence Aslı. Benim favorim:)
 
Aslı yani Bensu Soral, Hande Soral'ın kız kardeşiymiş. İzlerken çok tanıdık gelmişti. Hande Soral'ı da çok beğenirim zaten.
   
Aslına bakarsanız oyunculuklar çok iyi diyemeyeceğim çünkü çok gergin olunması gereken sahnelerde o korkuyu iyi veremiyorlar izleyiciye.
 
Hepsi birbirinden güzel bence. Oyunculukları da gelişecektir zamanla. Çok gençler daha çünkü.
Gelelim dizinin konusuna; Beş arkadaş göl evinde bir hafta sonu eğlenirlerken içlerinden biri(Açelya) o gece herkes uyurken kaybolur ve bir yıl boyunca hiç bir iz bulunamaz.  İlk bölümden anlaşıldığı kadarıyla Açelya alaycı ve birazda tehlikeli bir karekter. Mesela okulda sinir olduğu bir kıza ders vermek için bir oyun planlıyor ve bu oyuna diğer kızları da alet ediyor ve oyun çok kötü sonuçlanıyor. Oyun oynadıkları kız kaza geçirip kör kalıyor ve erkek arkadaşı suçlanarak hapse atılıyor. Yalnız bu ders verme olayında kızlardan hiç birisinin neden aklı selim davranamadığını çok merak ettim ben. Sürü psikolojisi mi, grup psikolojisi mi bir anlam veremedim.  Bir tanesi bile engel olmaya çalışmadı. Çok tuhaf buldum  bu durumu.
Açelya'nın kaybolmasında 1 yıl sonra diğer kızlara sonu A. ile biten, herşeyi bile alaycı mesajlar gelmeye başlar ve kızlar bunun Açelya olduğunu düşünürler ve olaylar, olaylar:)
Zengin kız fakir oğlan ya da tam tersi versiyon dizilerden sıkıldıysanız ilaç gibi gelecek bir dizi bence. En azında bir konusu var, merak uyandırıyor. Uyarlama dizileri bu yüzden seviyorum ben , merak uyandırıyorlar, konu bütünlüğü var. Ben diziyi sevdim şahsen, gerilerek izledim. Tavsiye olunur:)

Yaklaşım Farkı

YAZAR : Cuma, Temmuz 10, 2015
İKİ YAKLAŞIM FARKI!!!
Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine
bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur
ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu,
Hacı …Bektaş Veli’nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister.
O zamanlar dergâhlar ayni zamanda aşevi işlevi
görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli’ye anlatır ve Hacı
Bektaş Veli
– ‘ helal değildir ‘ diye bu kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve ayni
durumu Mevlana’ya anlatır .
Mevlana ise ; bu hediyeyi kabul eder.
Adam ayni şeyi Hacı Bektaş Veli’ye de anlattığını ama
onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana’ya
bunun sebebini sorar.
Mevlana söyle der:
– Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir.
Öyle her leşe konmaz.
O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o
kabul etmeyebilir.
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhı’na gider ve
Hacı Bektaş Veli’ye,
Mevlana’nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun
sebebini bir de Hacı Bektaş Veli’ye sorar.
Hacı Bektaş da söyle der:
– Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana’nın
gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim
gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.”
Alıntı

Gülümse, Hadi Gülümse

YAZAR : Çarşamba, Temmuz 08, 2015
Gülümseyen bir insanın çirkin olduğunu düşünmezsiniz öyle değil mi? Tabi bazıları çok güzel gülümser. Böyle dünyanız aydınlanır sanki. Ama genelde kim gülümserse gülümsesin size, gülümsemek bulaşıcı olduğundan sizinde gülesiniz gelir.

Ruh, bedeni takip edermiş. Yani önce dışını değiştireceksin ki, için de ona uyum sağlasın. Yani şöyle yapabilirsiniz, durduk yere gülümseyip bir süre sonra ruh halinizin de buna uyduğunu görebilirsiniz. Gülümsediğiniz zaman hep olumlu ve güzel şeyler gelecektir çünkü aklınıza. İsterseniz bir de tersini deneyin.Somurtun(ya da denemeyin yaaaa gerek yok ben söylüyorum ya işte inanmıyor musunuz?). O zaman da ne kadar ezik, acınası şey varsa hatıralarınızda, aklınıza o gelecektir. Size bir sır vereyim mi? İster mutlu olursunuz ister somurtup oturursunuz. Bu dünyanın umrunda değil. Sizinle ilgili yani.
Uzmanlar(onların kim olduklarını ben de bilmiyorum, tanımıyorum yani kendilerini. Ama bu uzman insanlar araştırmışlar, emeğe saygı gerek) günde sadece 1 dakika gülmenin 45 dakika rahatlamaya eşdeğer olduğunu söylüyorlarmış:)
"Güldüğümüzde salınan hormonlar bizi maksimum enerjik kılar ve ağrı,acı hislerini azaltır"demişler bir de.


Gülümsediğimizde tükrük bezlerimizdeki antikorların arttığı tespit edilmiş yani bağışıklık sistemimizi güçlendirici etkisi olduğu. Şu resimdeki şirini alıp ısırası gelmiyor mu insanın?
 
Aslında hepimiz bize keyif veren insanlardan hoşlanırız. Sürekli şikayet eden , mızmız insanlarla birlikte olmayı istemeyiz. Ama pozitif ve iyi hissettiren, gülümseyen ve gülümseten insanlarla olmak isteriz. Ama tabi bunun için de herşey de olduğu gibi gene işe kendinizden başlamalısınız. Yani kendinizden hoşnut olun bakiiiim bir gülümseyin. Göreyim dişleri, öyle yarım ağız değil:)
Gülümseme kampanyası başlattım. Bana en güzel gülümseme fotoğraflarınızı yollarsanız blogum da yayınlarım. İsterseniz altına bir mesajda yazabilirsiniz.

 
Bu da benden size gelsin. Nasıl da samimi gülmüşüz öyle değil mi?

Kardeş Kardeşin Ne olduğunu Ne Öldüğünü İstermiş.

YAZAR : Salı, Temmuz 07, 2015
Kardeş kardeşin ne olduğunu, ne öldüğünü istermiş

Gülse Birsel'in yazısını okuyunca kendi çocukluğum geldi aklıma. Biz 3 kız kardeşiz. Benden 3 yaş küçük kardeşimle hep kavga ederdik. Şimdi de farklı şekillerde didişiyoruz(Arda ile Ezgi kavga ettiklerinde kendime hatırlatıyorum "kaç yaşındayız, hala Nimo'yla kavga ediyoruz").
Annemin "eve gidince ben sana göstereceğim" bakışı vardı mesela hiç unutmam hala ürperirim:)

Sonra eskiden sobalar ve onları karıştırmak için kocaman maşalar vardı. Kardeşimle ben kavga ettiğimizde o maşayla popomuza popomuza vurarak döverdi bizi. Biz de bana ne kadar vurdu? Kardeşime ne kadar vurdu sayardık ve haksızlık olmasın diye "ama bana 5 kere Nimo'ya 4 kere vurdun haksızlık bu" yada "ablama daha az vurdun" derdik, orada bile didişmeye devam ederdik:)
Büyük çocuklarda suçluluk duygusunun diğer çocuklara oranla daha fazla olduğu kanaatindeyim. Çocukken en çok duyduğum ve nefret ettiğim cümle "ama sen ablasııııın, o küçüüüük", yazık, can havliyle "bu ablalık nasıl bırakılıyor ki ben bırakmak istiyorum" derdim. Ve kendi çocuğum olduğunda asla ona söylemeyeceğim derdim kendi kendime. Şimdi ne yapıyorum biliyor musunuz? Aynısını. "Ama sen büyüksün, abisin" diyorum. Annemin söylediği tüm cümleleri kullanırken yakalıyorum kendimi:)
Hiç unutmadığım bir sahne var aklımda ve o anda düşündüğüm şeyler. Bir kardeşimiz daha olacağını öğrendiğimizde çok sevinmiştim "yaşasın Nimo'nun da kıskanacağı biri olacak" diye sevinmiştim. Gerçekten de o da kardeşimizi çok kıskandı. Ben en küçük kardeşimizi hiç kıskanmadım. Hep benim bebeğimdi o. Ama Nimo farklı "ne onunla ne onsuz olmaz".
Üniversiteyi birlikte kazanıp evden ayrıldık Nimo'yla. Öyle komiktik ki. İkimizde yurtta kalıyorduk ve o zamanlar cep telefonları yoktu. Sıraya girer kartlı telefonda konuşmak için beklerdik. Sıra bize geldiğinde konuşurken saçmalamanın dibine vururduk Nimo'yla ve gülmekten ölürdük. en son da "seni çok özledim abla, ya da seni çok özledim Nimo" cümlesiyle biterdi konuşmamız.


En çok didiştiğim ama en çok ta beni anlayan kişidir Nimo. İnsanın kız kardeşinin olması çok güzel.
Kardeşlerimin çocuklarını da kendi çocuğum gibi sevebileceğimi düşünmezdim hiç. Ama öyleymiş. "Kardeşlerinizin yaptığı en güzel şey yeğenlerinizdir" sözü çok doğru.
                   Şimdilik hoşçakalın...........


Blogger tarafından desteklenmektedir.